Thursday, July 29, 2010

BİR PALMİYE MASALI

Evvel zaman içinde,kalbur saman içinde,deve tellal iken,sinek berber

iken,ben babamın beşiğini sallar iken,çok büyük bir memleketin,büyük bir kentinin,küçük bir kasabasında,büyük bir caddeye açılan, küçük bir sokakta,çok büyük bir bahçede yapılmış, büyük bir binanın,küçük bir dairesinde,ihtiyar bir nine yaşarmış.Bu ihtiyar ninenin,bir kaç elbisesi,bir iki tane de pabucu varmış,her gün birini giyer,sokağa,oradan caddeye geçer,büyük kentin küçük kasabasında,saatlerce cadde cadde,sokak sokak yürürmüş.Günlerden bir gün,sokağa çıkmak için hazırlanırken,bir değişiklik yapmak istemiş,büyük kentin,küçük kasabasının,büyük caddelerinden birinin küçük sokaklarından birindeki,küçük mağazadan aldığı mor ojeyi ayak ve el tırnaklarına sürmüş,o anda elleri ve ayakları sanki gençleşmiş ve güzelleşmiş.Hemen tırnaklarına uygun olsun diye

mor elbisesini giymiş.Gezdiği yürüdüğü her yerde,her kesler ona bakmış,

bakan bir daha dönüp bakmış,ninecik çok mutlu olmuş,gençliğimde bile böyle bakmıyorlardı bana,diye düşünmüş...O gece çok güzel rüyalar görmüş,peri kızları etrafında dans ediyorlarmış,dereler çağıl çağıl akıyor,dağlardaki güzel çiçeklerin kokusu, insanları sarhoş ediyor,yıldızlar ışıldıyor,ay dede göz kırpıyormuş.Derken merken sabah erken nenecik uyanmış,iki lokma ekmeğini yemiş,yine sokaklara caddelere atmış kendini,o sokak bu cadde derken akşam olmuş,saate bir bakmış yedi olmak üzere,eyvah demiş,geç kalıyorum.Meğer otçudan ilaç alması gerekiyormuş,bir koşu tutturmuş,kapatmadan yetişirim diye...Koşarken koşarken,bir de ne görsün,ihtiyar mı ihtiyar bir bahçıvan,palmiye ağacını budamış,yapraklarını kaldırıma atmamış mı?Ne yapsın nene,yaprakların üstünden atlarım,diye düşünmüş,bahçıvana ,kesip attığına göre artık canlı değillerdir değil mi,kazara üstlerine basarsam,ayıp olmaz palmiyeye değil mi ,diye sormuş,Bahçıvan dede ona bakmış gülmüş geç nene geç demiş.Nenecik tam geçerken palmiye yaprağındaki bir diken,ayak bileğine batmasın mı,çok canı yanmış,yine de bir koşu gidip ilaçlarını alıp evine dönmüş.

Evine dönerken ayağı yanmıya başlamış,ama ne yangın,sönecek gibi değil,geceyi zor geçirip,sabah soluğu otacıda bulmuş,beş gün bu ilacı yutup,bu kremi süreceksin,dağlardan buz getirip onu da bir bezle bileğine sarıcaksın demiş,otacı demişte ,bizim nene evde oturup ayağı iyileşsin diyecek bir


Havva kızı değilmiş,ilk gün yine sokak sokak, cadde cadde dolaşıp durmuş.akşama eve geldiğinde bir de ne görsün,sanki kendi ayağı gitmiş,kaf dağının arkasındaki devin ayağı gelmiş oturmuş bileğine,rengi de kıpkırmızı imiş,dikenin battığı yer,minicik ama simsiyah bir kuyu ağzı gibiymiş,bakmış bakmış ayağına

böyle olmaz bu iş demiş,bir hafta bana sokak sokak cadde cadde dolaşmak yasak,kimsenin sözünü dinlemem ama ,yasağı kendim koyarsam sözümü tutarım demiş ve mecburen evde oturup,sıkıntıdan patlamış.Nene ermiş muradına biz çıkalım tahtına...Gökten üç elma düştü...Kapışan kapışana...



Tuesday, July 27, 2010

İKİ GÜN;GÖKYÜZÜ VE BEN::::

Gökyüzünü çok severim,hatta aşığım diyebiliriz gökyüzüne....Herhalde farkına varmışsınızdır,bu duygumun...Hiç saklamadım çünkü...Boş kaldığım her saniye gözlerim yukarılarda bir yerlerde bir şeyler arar...Bu bakışlarım da hep ödüllendirilir.Ya bulutlar vardır,ya da minicik bir bulut vardır,ya bir kuş geçer,bazen bir uçak,sürpriz olarak ta bir helikopter...Dikkatlice bakarsanız gök yüzüne, hiç boş göremezsiniz onu...




Üstteki iki fotoğraf,bir akşamüstü eve dönerken,bizim İnönü Caddesinin başlangıcında çekildi...Gördüğünüz gibi cadde aralarında bile muhteşem gözüküyor,gün batımı...İstanbulda bir başka güzeldir,güneşin uğurlanması...Neden derseniz,her sokaktan,her semtten,deniz kenarından,tepelerden,kısaca her yerden inanılmaz bir güzellik fışkırır,güneşin alçalmasıyla...





Diğer fotoğraflar iki ayrı günde aynı yerden,yani benim evimin balkonundan çekildi...İlk üçü öğleden sonra,gökyüzü yağmur hazırlığı yapıyor,bulutlar öyle bir hızla koşturuyorlarki,çok acil,çok önemli bir haberi çoook uzaklara götürmek zorundalar,zannedersiniz...İleriye hep ileriye gidiyorlar,hiç geriye giden bulut kümesi görmedim bu güne kadar,sadece çok ender olarak,nereye gideceklerini şaşırmış bir şekilde,kısacık bir süre acaip bir kaos yaşıyorlar...Sonra yine ileri doğru atlıyarak,koşturarak ,coşkuyla uçuyorlar sanki...






Aslında bizlerin de onlardan örnek




alarak,hep ileriye doğru




gitmemiz lazım...Geride tatlı




tatsız anılardan başka ne olabi-




lir,sorarım size...Ama ileride daima




yenilik,değişiklik vardır.En güze-




lide hep bilinmezlik,çözülmesi




gerekli bilmeceler gibi,beynimizi




çalıştırabileceğimiz kendimizi




geliştirebileceğimiz
olaylar bizi bekler,bizlerde




bulutlar gibi koşturarak

geleceğimize uçmalıyız...
















Son iki fotoğrafı güneş battıktan hemen sonra,ama daha gece olmadan çektim.
Yine balkonumdan,görüyorsunuz değil mi,,bulutsuz bir gökyüzü yok...
Belki de ben bulamıyorum,fotoğraf makinesini alıp balkona ya da sokağa çıkınca bulutlar birbirlerine sesleniyorlar'hey ,bizimki yine makineyi eline aldı,koşturun çocuklar
yalnız bırakmıyalım arkadaşımızı ,deyip geçekten de hemen koşturup geliyorlar...













Bulutlar tarafından bu kadar sevilmek çok güzel bir duygu,kimse duymasın size bir sır vereceğim...Beni sadece bulutlar değil,arkadaşlarım,çocuklarım ve de çılgın çocuklarım da çok seviyorlar...Sokakta konuştuğum serseri arkadaşlarım,evet onlar da seviyorlar,yani,ağaçlar,çiçekler,kediler,köpekler,kuşlar hatta yağmurlu havalarda ortaya çıkan salyangozlar bile...Nerden mi biliyorum,biliyorum çünkü onlarla konuştuğum zaman onlar da benimle konuşuyorlar...İnanın bana narsist değilim.sadece deliyim ben...

Sunday, July 25, 2010

BİR ZAMANLAR TİYATRO (devam)

Ben çocuktum,kırklı yılların sonu yada ellili yılların başı olabilir.İlk defa tiyatroya gittim.Ankarada Büyük Tiyatro,Opera ve Küçük Tiyatro vardı.Biz küçük Tiyatroda oynayan Pembe Evin Kaderi isimli oyuna gittik.Sanki başka bir dünyaya gitmiştim,masalda mıydım,rüyada mıydım, yoksa ben de o evin içinde miydim,bilemiyordum.Annemle sinemaya çok giderdik,bu başka bir şeydi,dünyalar bana verilmiş gibiydi...Ertesi akşam babama Büyük Tiyatroya ve Operaya ne zaman gidebiliriz diye sordum.Bana verdiği cevabı hiç unutmuyorum.Belki de hiç gidemeyiz,bilemiyorum.Oraya giyebileceğimiz giysilerimiz yok. Yıldırım çarpmış gibi oldum.Sinema da görüyordum,kadınlar tuvaletli,erkekler de farklı ve siyah elbiseler giyerlerdi.Demek biz de de öyle giyinmek gerekiyormuş diye düşündüm.


Biz de herkes gibi giyinirdik,basma elbiselerimiz,bayramlıklarımız,bir yazlık,bir kışlık ayakkabılarımız vardı,annemin de evlik ve arkadaşlarına ya da nenemlere giderken giydiği sokaklık elbisesi vardı,babam sadece üniforma giyerdi,evde bir evvelki üniformanın patalonu ve gömleği ile dolaşırdı.Herhalde zor geçiniyorduk,lüks sayılabilecek kostümlerimiz ve yaşantımız yoktu.Bir de tercih meselesi herhalde, çok iyi yer içerdik,meyvemiz, etimiz,peynirimiz,kaymağımız,kasaba özel yaptırılmış sucuğumuz,daima alınan yeni kitaplarımız,dergilerimiz ,her hafta annemle gittiğimiz sinemamız vardı...Gerisi anılarda...


Gelelim,İstanbulda tiyatroya gittiğim ilk yıllara,eğer matineye gidiyorsam,işten çıktığım gibi giderdim.Suareye arkadaşlarla gidiyorsak,en düzgün giysimi,topuklu pabuçlarımı giyer,saçımı özenle tarar,azıcık ta makyaj yapardım.Ben tiyatroya başladıktan sonra aynı şeyleri seyircilerde gördüm,matine ve suare seyircileri o açıdan farklıydı.İnsanlar her ikisine de özen gösteriyorlardı,ne olursa olsun,işten yada okuldan çıkıp gelmekle,evde hazırlanıp gelmek arasında fark oluyordu.Bir de özel günler...Bayramlarda biz tatil yapmaz oyun oynarız,insanlar bayram ziyaretinden dönüşte,ya da özel olarak bize gelirlerdi.Tabi ki bütçelerine göre en şık kıyafetlerle olurdu gelişleri...Ve de yılbaşı geceleri...Özellikle Dormen Tiyatrosunun çok özel yılbaşı seyirci gurubu vardı neredeyse...Yılmaz(kendisi benim kocam ve Dormen Tiyatrosunun elektrik teknisyeniydi)salonun tüm tavanını çiçekler ve balonlarla kaplardı,nasıl yapardı hiç bilemiyorum ama,oyun bitip te selam başlayınca alkışlarla beraber bağladığı ipe bir makas atar,bütün o çiçekler ve balonlar seyircinin üstüne inerdi.Alkışlar,kahkahlar,çığlıklarla inanılmaz bir final olurdu...Seyirciler genellikle tuvalet yada gece elbisesi ,erkekler son derece şık,giysiler içinde olurlar,tiyatrodan sonra pek çoğu ve biz oyuncular,ya arkadaş partisine ya da gece kulübüne giderdik...


Şimdilerde hiç öyle bir özen gösterilmiyor,sadece seyirci açısından söylemiyorum bunu, aynı özensizlik tiyatroda da var ne yazık ki...Salonların çoğu,eski,rutubetli,içine girdiğiniz zaman huşu duyabileceğiniz bir yer olmaktan uzak,geçen yazımda söylediğim gibi,dekor ve kostümler özensiz,evet oyuncular ,özellikle gençler çok iyi,rejiler çok iyi ama televizyonu alt edebilmek için çok yetersiz.Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da (bi şey yapmak lazım!) bi şeyler yapmak lazım...Ben böyle düşünüyorum,biraz ukalaca bir yazı oldu ama ,ne yapayım ki tiyatroya olan aşkım bazı şeyleri es geçemiyecek kadar büyük...

Friday, July 23, 2010

BİR ZAMANLAR TİYATRO

NİYE BİR ZAMANLAR , diye sorabilirsiniz.Bu sizin en tabii hakkınız.Bin dokuz yüz altmışlı,yetmişli,hatta seksenli yıllara gidelim.Genellikle Pazartesi günleri tatil yapılırdı,ama bu tatillerin çoğunda yakın kentlere, ya da Kadıköy,Üsküdar,Bahçelievler gibi ilçelere ufak turneler yapardık.Ufak diyince aklınıza bir oyun gelmesin sakın,on sekiz ve yirmi bir de olmak üzere,ma-

tine suare iki oyun oynardık.Cumartesi Pazar kendi salonumuzda,matine suare,sair günlerde sadece suare...Arkadaşlarımızın bir kısmı benim gibi,Cumartesi ve Pazar günleri sabah on da Akbank Çocuk Tiyatrosunun oyunlarında da oynardı.Tabi ki bir oyunu oynarken gelicek oyunun provaları yapılırdı.Ne zaman mı,hafta içi saat on da ya da on birde başlar ilk günler iki üç saat,sonraki günler neredeyse ,akşam oyununun iki saat öncesine kadar çalışırdık.Sizin de gördüğünüz gibi,neredeyse soluk almıya bile vaktimiz yoktu.Her gece oyundan sonra ya evimizde,ya arkadaş evinde ya da bir kulüpte akşam yemeği yer,sonra banyo yapar yatardık.

Yaz gelince,bir ay Ankara,bir ay İzmir,bir ay Anadolu turnesi yapardık.Bir aylık tatilimizin maaşı çıkardı bu turnelerden,ayrıca oyunlarımızı Türkiyenin her kentinde sergilemiş olurduk.

Daha sonra yavaş yavaş,oyun sayıları,tiyatro sayıları azalmıya başladı.Ben uzunca bir süre tiyatrodan ayrı kaldım,o günleri daha sonra , ya da anılarımda okursunuz.Antalyaya yerleşip,başka işler yaptım.O arada zaman zaman, Tuncay Özinel Tiyatrosu ile Anadolu ve Karadeniz turnelerine çıktım,bir iki günlük provalarla değişik oyunlarda oynadım,film çevirdim,iki üç senede bir.Bacağımı kırınca artık büyümüş olan kızlarım,Antalyada kalamazsın dediler ve İstanbula döndüm,önce bir iki dizide ufak roller oynadım,sonra diziler devam etti,film çekimleri de öyle...Nihayet bu sene tiyatroya döndüm.

Şimdi gelelim bu senelerin tiyatrosuna,bir kere çoğunda dekor diye bir siyah perde ve önünde bir kaç eşya var.Eski dekorlar inanılmazdı,her biri oyunla özdeşleşir,dekor,kostüm,oyuncu,müzik bir bütün oluşturur,seyirciyi başka bir dünyaya götürürdü.Ben kendim de fırsat yarattıkça ,başka tiyatrolarda oyun seyrettiğim için ,o duyguyu çok iyi biliyorum.Ayrıca son senelerde, haftada iki üç oyun oynadığınız zaman, çok şanslı hissediyorsunuz kendinizi.Demin

yazdığım gibi eskiden haftada on bir oyun oynardık,tatil günü gerçekten tatil yapabilmişsek o hafta dokuz oyunda kalırdık.Şimdi arkadaşlarımız oyun başına ücret alıyorlar mış,eskiden on iki ay maaş alınırdı,bir iki tiyatro hariç,vergisini de tiyatro sahipleri öderdi,ayrıca çoğumuz sigortalıydık. Bir kaç tiyatrocu da oyuncularına defter tutturup vergisini kendilerine ödetirlerdi.

Benim oynadığım bütün tiyatrolarda,vergim de ödendi,sigortalı da yapıldım.O yüzden ben emekli oldum,Emekli olamayan o kadar çok arkadaşım var ki,aklınız almaz!...

Eskiden senenin üç yüz otuz beş günü ve günün neredeyse on dört saati çalışırdık ve tabi haftanın yedi günü...O yüzden şimdi çalışmadığım zamanlarda sudan çıkmış balık gibi oluyorum,nasıl ve ne ile nerede zaman geçirip günü tamamlıyacağımı bilemiyorum.

Umarım,çok fazla içinizi karartmamışımdır,bu gün eski arkadaşlar buluşup konuştuk,dertlerimiz depreşti,bu yazı ondan doğdu...Yine de dünyanın en şanslı insanlarından biriyim bence,çünkü dünyanın en güzel mesleğini, severerek ne kelime aşkla yapıyorum...Bundan daha güzel bir şey olabilir mi?

Tuesday, July 20, 2010

RESİMSİZ

Satır başı yapabildim,aferin bana...Bu yazı eski yazılarım gibi resimsiz...Aklıma kitaplar ve bavulla bir kolaj yapmak geldi,vaz geçtim.Ne alaka diyebilirsiniz,ben de kelalaka derim ama olmaz,çünkü çok alaka...

Küçük yaşlardan beri kitap okurum,okumayı öğrenmeden evvel de annem ve babam okurlardı bana...Hatta bu iş ben okuyabildikten sonra bile devam etti.Neden derseniz,benim çocukluğum da, her kitap yeni yazıyla basılmamıştı daha.Hem annem hem de babam, doğal olarak eski türkçe biliyorlardı ve onlar da okumaya düşkünlerdi.Daha sonra Hasan Ali Yücel'in bizlere kazandırdığı, dünya klasikleri serisi basılmaya başlandı.Kitaplar alamıyacağımız kadar pahalı değildi,yine de hepsini almak imkansızdı.Ankarada hemen hemen her sokakta kırtasiye ve kitap satan bir dükkan ve bu dükkanların bir uygulaması vardı.Bir kitap parası avans verip,üye oluyordunuz,listeden kitap seçip, eve götürüyordunuz,okuyup bitirince onu verip yenisini alıyordunuz.Ben okul zamanı hafta sonlarında,az olmakla beraber,hafta içinde ve yaz tatillerinde,alıyordum kitapları.Kendi kendime bir okuma tekniği geliştirmiştim.sayfaya baktığım zaman kelime değil cümle görüyordum,sonraları cümleleri görür oldum.Doğal olarak çok süratli okuyordum,hala da öyleyimdir.Yaşlılık okumaya ayırdığım saatleri azalttı,göz yorgunluğu,zihin yorgunluğu diyebiliriz herhalde...

Dünyanın her ülkesinden,neredeyse her kentine kadar ,ilginç maceralar yaşadım,insanlar,yaşantılar tanıdım,bazı kitaplar yüzünden sokak sokak tanıdığım kentler oldu.Hatta o kentlerin yer altı kanallarını,katakomblarını,mağaralarını,kiliselerini,mahzenlerini tanıdım.Ne yazık ki sadece turneyle gittiğim Kıbrıs ve torunum doğduğu zaman gittiğim Lyon dan başka bir yer görmedim,bu seneye kadar.Bu yılbaşında Danimarka ve Arnavutluk macerası yaşadım,çok mutluyum.Bundan sonra,elimden geldiğince ve param yettiğince görmeyi çok istediğim yerlere gideceğim.Bizim meslekte garip bir olgu vardır.Çoğumuz diyemiyeceğim ama(dizilerden sonra hele, çok şey değişti)genelde çalışırken vaktimiz,diğer zamanlarda da paramız yoktur.İkisi bir arada olmaz...

Yaşım yetmiş dört,çok fazla şeye ihtiyacım yok,demektir ki,biraz çalışıp,biraz kzandığımla bir ülkeye gidip görüp,dönüp yine çalışıp,kendime böyle bir yol haritası çizebilirim...

Öyleyse,tutmayın beni,bundan sonra merak ettiğim bütün ülkeleri gezip,görüp,size de anlatacağım...Yooooo!yaşlısın,yorulursun,oralarda hasta olursun,gidemezsin,demeyin sakın...Her şeyin altından kalkabilirim ben.İnsanın isteyip te yapamıyacağı şey yoktur,yeter ki istemesini bilsin...Bundan sonra böyle...zamanım azalıyor,kıymetini bilmeliyim,yapmak istediklerimi artık ertelememeliyim...

Friday, July 16, 2010

ÇOK KISA BİR ANKARA MACERASI (macera denebilirse)

Salı akşamı ani bir kararla Ankaraya, bir arkadaşımı görmeye gittim.Varandan gece bir buçuk arabasına üç numaralı koltuğa bilet aldım.Şimdi kasım kasım aldım diye yazıyorum ya,sakın inanmayın,internetten kızım aldı.Ben sadece kartımı gösterip,biletimi alıp,otobüse bindim.Yeni oyuncağım net bukum var ya,onu da yanıma aldım.Not book profesyonellerin,benim gibi çocukların ki net buk.Yaptığı işler daha az,dolayısiyle kullanması daha kolay...Ama yolculuk boyunca koltukta yanıbaşımda çantasının içinde uslu uslu oturdu net bukum.Çünkü ben her zamanki gibi,karanlıkta bile etrafımı seyrettim,yol boyunca gözlerimi başka bir şeye çeviremedim...
Sabah altı buçuk gibi Ankaradaydım,sabahın köründe arkadaşıma kahvaltı eziyeti olmasın diye,güzel bir pastahaneye girdim.Daha açmamışlar,temizlik yapıyorlardı,bana bahçelerinde güzel bir masa gösterdiler.Bende işte o zaman,vakit geçirmek için netbuku açtım ve sabahın o saatinde dosya açıp anılarımı yazmaya başladım.Fi tarihinde evdeki bilgisayarda başlamıştım ama arkası gelmemişti.Neden derseniz,yazı masasında,yüzümü masanın kitap raflarına dönüp,elim klavyede,gözüm kitaplarda...Iıh,hiç kolay bir iş değildi,açıkçası ilk okula zor başlayabilmiştim anılarda...O gidişle hiç bir zaman bitmezdi yetmiş dört sene...

Sonuçta ,doğumuma geldim,kahvaltımı yaptım,oradan ayrılıp mantıklı bir saatte arkadaşıma gittim.Bir seneden fazladır birbirimizin sesini duyuyor,yüzlerimizi görmüyorduk,çok özlemişiz,iyi oldu bu yolculuk...
Daha evvelki yazılarda,Tiranın ve İstanbulun bulutlarını göstermiştim sizlere,bu resimler Ankaranın bulutları,sabahları hava açık,öğlene doğru bulutlar yavaş yavaş geliyorlar...Pamuklar halinde gök yüzüne yerleşiyorlar,sonradan hafifçe gri ve koyu gri oluyorlar...Hah şimdi yağmur yağar diyorsunuz,aniden pırıl pırıl bir gök yüzü çıkıyor karşınıza...
Yağmıyor yağmur ama havadaki nem, İstanbuldan da Antalyadan da yüksek
oranlarda...Bulutlar çok güzeldi,siz de görün istedim...

İstanbul yedi tepedir,hoş şimdi yüzyedi tepe oldu ama siz bir de Ankarayı görün.Filmlerde gördüğümüz San Fransiskoyu hiç aratmaz...Sanırsınız binyedi tepe...Arkadaşım o tepelerden birinde oturuyor,sitenin o bloktan görünen bahçesi çok büyük ve güzel...Dere görüntüsü veren akar suyuna bayıldım,güvercinler,serçeler,kargalar,oradan ayrılmıyorlar,gün boyu bıcırdıyorlar...


Gündüz o güneşin altında,sadece kuşlar ve bir iki bahçıvandan başka kimse yok.gece ne oluyor,insanlar bahçeye çıkıyorlar mı,kuşlar nereye gidiyor,hiç bilmiyorum...Öyle bir sohbete dalmışız ki,yolda hiç uyumadığım halde,neredeyse sabahlıyacaktık,ve tabiki ne bahçeye ne televizyona,kısacası hiç bir şeye yüz vermedik,sadece lak lak yaptık...





Sabah,resimde gördüğünüz sardunyaların arkasında ve o güzel manzarayı seyrederek harika bir kahvaltı yaptık,çay içip gevezeliğe devam ettik,sonra üç yüz altmış beşe gittik,ilk gördüğüm zaman çok şaşırmıştım,bu nasıl isim diye...Sonradan bir A.V.M. için ideal isim olduğuna karar verdim.Evet laf aramızda gerçekten non stop 365 gün açıklar avm ler.Onlarsız yaşıyamaz hale geldik,ay ortasından sonra veresiye veren bakkalımız,bizim sevdiğimiz şekilde doğradığı etimizi,tavuğumuzu bize yine veresiye veren kasabımız,mahallemizin defter kalem aldığımız kırtasiyecisi,annemize iplik kurdele aldığımız manifaturacımız yok artık
Onların yerine bizi tanımayan ne sevdiğimizi,paramız olup olmadığını bilmeyen,beton duvarlar ve metal merdivenler arasında uzun yollar yürüdüğümüz,yine de alış verişten zevk aldığımız,bizi obeziteye götüren yemek çeşitlerinin olduğu
lokantalarında ,cafelerinde keyif çattığımız A.V.M.ler var...


Eve dönüp öğlen yemeği yedik,akşam üstü o güzelim bahçelerine çıkıp keyif çatıcaktık...Aniden İstanbula dönmem gerektiğini öğrendim.Yine Varana, yedi otobüsüne yer ayarladım,evet yine üç numaralı koltuk,kolay kolay başka yerde gitmem...Etrafımı seyrettiğim en güzel yer o koltuktur...Tabi bizim bahçe keyfi olamadı,tekrar gelme sözü verip arkadaşımdan ayrıldım ,Varan yazıhanesine gidip,kartımı gösterip biletimi aldım.Bir sıraya oturucaktım ki.NTV de Gece Gündüz programında Selmi Andak ' ı kaybettiğimiz açıklandı...Üzüntümü anlatmam mümkün değil...Yıllar evvel biz Akbank Çocuk Tiyatrosunda oynarken,kızı Gülen Andak bizim müzikallerin koreografisini yapardı,her zaman Selmi Bey bizlere destek olur,şevk verirdi.Selmi bey ve Nermin hanım hem kızlarını hem bizleri ilk oyunlarda yalnız bırakmazlardı...






Yıllar ne çabuk geçiyor,ne zaman bu kadar ihtiyarladık,ne güzel insanlarımızı
nasıl kaybediyoruz...Söylenecek söz yok,herhalde bir gün öleceğimizi bilerek ve kabul ederek doğuyoruz...Yalnızca bunun bilincinde değiliz...
Yedide otobüsümüz yola çıktı ve ben gece on ikiyi çeyrek geçe evimdeydim...Size Ankaradan bir şey getiremedim,bir kaç resimle idare edin bu sefer...





Sunday, July 11, 2010

BİZ SOKAK ÇOCUKLARIYIZ (2)

Bence sokak arkadaşı demek,siz sokakları arşınlarken,sizi yalnız bırakmayan (şeyler) sizin o anda olduğunuz yerde olanlarlardır.Bunlar geçen yazımdaki gibi,kediler,köpekler,resimlerini koyamadığım kuşlardır,tabi bir de bugün tanıtıcağım ağaçlardır.Çünkü onlar da her zaman
sizin olduğunuz yerdedirler.


Hatta siz orda yokken de onlar oradadırlar,sanki sizin gelmenizi

bekler gibidirler.Bazen yanlarından geçerken onları okşarım,


Yanlarından geçerken ağırlaşır,hatta durur seyrederim.


Bir de köy çeşmeleri gibi ,kaldırımın ortasında çeşmeler vardır Kadıköyde.Eh adı üstünde zaten Kadı köy,yandaki çeşme onlardan biri ve benim de sokak çocuklarımdan biri,benim balkondan görünüyor.Kışın ağacımın yaprakları dökülünce çeşme daha çok


ortaya çıkıyor ama böyle daha güzel,yalnız kalmıyor çünkü...


Her sokağa çıktığımda,giderken ve dönerken,su dolduranlarla,sırasını bekleyenlerle,dinlenmek için oturanlarla konuşuruz...Onlar da benim


sokak arkadaşlarımdır,bir kısmı


tanır beni niye yoksunuz


diye sorar,bir kısmı onlar


sorunca merak eder kim


olduğumu,tanıyanlar,ni-


nemiz derler...


Bu yaştan sonra


artık hep,nine olu-


yorum.Çok mutlu-


yum,çünkü zaten


özel hayatımda da


bir nineyim.


Yani ananne,


ben kendi ananneme


de nine derdim.Bizim




ailede adet öyleymiş,ben çocukken öğrettiler nine demeyi...Üstteki bol çiçekli ağacımı gördünüz mü,yol kenarında bir kiraz ağacıdır o.Bu fotoğraf Nisan ortasında çekildi,aşağıda Haziran başında çekilen de pek belli olmasa da kirazlı hali... Pek kötü çekmişim,belli olmuyor,o kadar çok kiraz verdi ki bu sene,arkasında küçük bir lokanta ve emlakçı var.Ben fotoğraf çekerken,kiraz ikram ettiler,emeğiniz var hakettiniz dediler,çok şaşırdım.Meğer çiçekli halini çekerken de görmüşler ve unutmamışlar.Çok lezzetli krazlardı.Çekirdeklerini elimde tutup,yol kenarındaki apartmanlardan birinin önündeki tarha ektim...İnşaallah tutar da kirazlar bu sokakta çoğalır.


Aslında en tepedeki ağacı tanıtmalıyım size,
devasa bir iğde ağacıdır
kokusu yedi mahalleye ulaşır
Aceleniz olsa bile ağırlaşır,kokuyu içinize çekerek bir süre
mutlu,mesut dikilir kalırsınız yol ortasında...
Kolay kolay oradan ayrılıp yolunuza devam edemezsiniz...Benden söylemesi...Haberim yoktu demeyin sonradan...



Trafik o kadar yoğun ki,bizim oralarda,ağaçları rahat rahat çekemedim,kenardan kıyıdan görebildiğim kadar.Resimdeki arkadaş gibi arabaların ortasından gidebilseydim,görüş açım


daha geniş olacaktı ama yine kolumu,bacağımı filan kırar uzun zaman çalışamıyabilirim diye korktum.
İki kere bacağımı bir kere de sol elimin bileğini kırdım.


O kadar deney bana yetti,şimdi daha dikkatli oluyorum.


Çünkü çalışmayı çok seviyorum.Veee galiba bir iş


koliğim ben...Çalışırken sağlıklı ve enerjik ve de genç


hissediyorum kendimi,evde uzun süre oturamıyorum.


Çok yoruluyorum,başka bir şey zannetmeyin,boş oturamıyorum


sıkıntıdan,evde fır döndüğüm için yoruluyorum.























Bu sene bizim bahçede,hıdırellezde büyük bir faaliyet vardı.Bahçemizde, her katta dört dairesi olan on dört katlı üç apartman var.Kalabalığımızı hesab edin,benim gibi tek başına oturan galiba iki kişi daha var,diğerleri,kalabalık aileler...Kocaman bir ateş yakıldı,üstünden atlandı,gülündü,eylenildi,alerjim olduğu için yalnızca ben ateşi uzaktan seyrettim.gece on iki de

hepimiz Hızır İlyasa mektup yazıp,gül dalının altına,ağzı açık kırmızı torbaya yerleştirilmiş bir şekide koyduk.Ben ilave olarak,(bir arkadaştan duymuştum)karınca yuvasının etrtafında oluşan topraktan da bir tutam koydum kırmızı torbama.Tabiki arkadaşlar beni toprak ararken gördükleri için çok merak ettiler,toprak ne işe yarıyacak ,arsa mı istiyorum,nedir,ne değildir diye...Ben de dilek söylenmez ama,

boş verin,merak etmenizden iyidir dedim ve söyledim...Karınca toprağı,bu sene karınca gibi çalışabilmem için gerekiyor dedim,evde oturmaktan bıktım,çalışmalıyım,ben çalışmadan duramam...

Ağaçlar,çeşmeler,sokak çocukları derken nerelere geldik.Benim gibi gevezeler yapar bunu,konuşurken,ordan oraya atlıyarak,demek ki yazarken de aynı şey oluyormuş...Bir şey daha öğrenmiş oldum..Birden farkına vardım ki,ertesi gününü yazmamışım hıdırellezin,halbuki çok önemli...Sabah güneş doğmadan kalktık,torbalarımızın bırakıldığı gül lerin başına gittik.Bahçemizde çok gül oduğu için hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık bahçeye...Torbalarımızı aldık,ağzı açıkken okunduğu için artık kapatabilirmişiz.Şimdi bütün bir sene,yani bir dahaki hıdırelleze kadar o minik torbanın ağzı hiç açılmayacak,daima para çantamızda duracak,çanta değiştirirsek,o da taşınıcak vee unutulmayacak,kaybedilmeyecek...İşte bu kadar...Ötesi Hızır lyasa kalmış...

Thursday, July 8, 2010

BİZ SOKAK ÇOCUKLARIYIZ.(1)

Size tuhaf bir başlık gibi görünse de,bence tamamiyle yazıya uygun bir başlıktır...İlk resmim üç aylıkken çekilmiş,ikincisi kır görünümlü köy evi bahçesinde ,iki yaşında iken çiçeklerle çalılar arasında çekilmiş.Fazla detay vermiyorum,anılarımı bitirebilirsem ve basılıcak kalitede olursa
okursunuz,umuyorum...
Anılarım esas Ankarada Dikmen bağlarında başlıyor,kendimi hep üzüm bağlarının arasında yere yatmış,asmalardan ağzımla üzüm yerken,ağaçtan ağaca koştururken,yine nerelerdeydin diye annemden azar işitirken hatırlıyorum.
Daha sonra okula başlıyacağım için
şehire,Samanpazarına taşındık.
Evimiz çıkmaz sokaktaydı,alt sokakla
aramızda kullanılmayan eski bir mezarlık
vardı.Bütün gün o sokakta ve mezarlıkta
arkadaşlarımızla ne oyunlar oynardık.
Üst baş perişan,yüz göz leş gibi
,annemin öğlen yemeği çağrısını
duymazdan gelerek(çoğu zaman yani)
sabahtan akşama kadar koşuşturur
dururduk.Babam nöbetçiyse akşam yemeğinden
sonra da soluğu sokakta alırdık.Eve dönünce
çoğu zaman dayak yerdim,annemden,babam
hayatım boyunca bir kere bile,bir fiske bile
vurmadı bana.Ama annemden inanılmaz
dayaklar yedim,şimdi düşünüyorum da
hiç te haksız yere yememişim o dayakları
ama,dayak insanı akıllandırmayıp,daha da
kararlı yapıyormuş...Hayatım boyunca
ne düşündüklerimden,ne yaptıklarımdan
hiç taviz vermedim,kendime bile...







Sözün kısası,neredeyse
sokaklarda büyüdüm.


Hala da sokaklardayım,işim olmadığı,çalışmadığım zaman beni
evde bulamazsınız.Sokak sokak dolaşırım,eskiden aylak aylak
derdik.Şimdi bir sokak uğraşım var.Resim çekmek,bayılıyorum.
Ağaçların,çiçeklerin,kuşların,sokakların resimlerini çekiyorum,
çok severek yapıyorum,sıkıntılarımı,olumsuz koşullarımızı,
beynimi yiyen çarpıklıkları,bir süre için bile olsa,unutup
keyiflenebiliyorum...Hatta bazen bir kadeh rakı içmiş gibi oluyor,
etrafa anlamsız gülücükler dağıtıyorum...Allahtan yetmiş dört yaşındaki kocakarı için kötü dü-
şünmeyip,sadece deli muamelesi yapıyorlar...
Gelelim sokak arkadaşlarıma,en baştaki
resim Yakacıktaki huzur evinin girişinde
çekildi.Amcalar,teyzeler ve çalışanlar bes-
liyorlar.Çok şekerler,hemen sırt üstü
dönüp sev beni diyorlar...














Onun altında sağdaki,bizim caddede
dolaşmaktan çok
uyuklayan,yaşlı,çok
yaşlı bir arkadaş,
parka gelenler,
civarda oturanlar
ve benim gibi arka-
daş olanlar seviyor
besliyorlar.


Solda ağacı bol resimde,görmenizi umduğum kedicik,o apartmanın oto girişinin bekçiliğini ya-
pıyor,aynı bir köpek gibi...Ne zaman oradan geçsem, o hep yerinde
vazifesinin başında...Sağdaki üç kedicik,Ethemefendide
spor salonunun kapısı önünde nöbet tutuyor,mutlu mesut
yaşıyor,her girip çıkan sevip okşuyor çünkü...


Duvar üzerine yerleşmiş üç kediciğe gelince
onlarda Ethemefendide,petşopun,yanındalar
her dakika seviliyor ve besleniyorlar,birbir-
lerine cilve yapıp inip çıkıp zaman öldürü-
yorlar...
Gelelim son iki fotoğrafa,onlar Caddenin şanslı-
larından sadece biri,(yani Bağdat Caddesi)
onlarcası,caddede istedikleri yerde oturur,
karşıdan karşıya geçerken ışıkları bekler,
hatta sakatlara yol gösterip yardımcı
olurlar.Onlardan korkan,sevmeyen çok
azdır,varsa da belli etmezler,utanırlar...
Çünkü sevenleri,okşayanları,besleyen-
leri çoktur...Bir de benim gibi konuşanları(
şimdiye kadar tanıttıklarımla ve tanıta-
madıklarımla)vardır.Onlarla uzun uzun
konuşur severim.Bakışları mutlu olduk-
larını anlatır,yumuşacık ve sevecen
bakışlardır...

Gelelim bu yazıyı neden yazdığıma...Son günlerde inanılmaz bir şekilde,sokak arkadaşlarıma
yapılan gaddarca muameleler,o denli yazılıyor,çiziliyor,resimleniyor ki üzülmemek,hırslanma-
mak mümkün değil...Ben de bu çirkinliklerin yanında güzellikler de olduğunu,insanların insan
gibi olduğu durumların da hala bulunduğunu,çok kötümser olmamamız gerektiğini,sadece eğitimle,bu gidişe dur diyebileceğimize inandığımı vurgulamak için yazdım.Keşke bu yazımı herkese okutabilsem de o güzelim hayvancıklarla nasıl iletişim kurabileceğimizi,nasıl onları sevmekle kendimizi mutlu ediceğimizi,yaşamı daha zevkli kılabileceğimizi anlatabilsem...
Çocuklarımızı,onlarla korkutacağımıza,onları severek onlarla dostluk kurdurarak büyütmeliyiz.
Toplum olarak değişmek zorundayız,her şeyden,her yerden,herkesten tehlike gelicek,korkusuyla yaşayamayız.Biraz cesur olmalıyız...Her konuda cesur olmalıyız...Hayatımızın nasıl değiştiğini,güzelleştiğini o zaman göreceğiz...O günleri görmek umuduyla...





Wednesday, July 7, 2010

BEN DELİMİYİM (2)

Bu yazıya da evet ben deliyim,diye başlamayı düşünüyordum.Vaz geçtim,nasılsa yazıyı okuyunca deli olduğumu anlıyacaksınız.Haziranın son cumartesi günü ve Temmuzun ilk cumartesi günü Kadıköyümüzde yeni açılan
Kozzy de ki tiyatro salonunda oyunumuzu
güzel bir seyirci karşısında ve büyük bir
keyifle oynadık.Sağdaki ilk resim,A.V.M.nin
girişi,merdivenlerle sinemaların ve tiyat-
ronun olduğu kata çıkılıyor.Tiyatro salonuna
Gazanfer Özcanın ismi verilmiş...
Çok duygulandık,bu sahnede olmaktan
gurur duyduk.Büyük ve yarı karanlık
mekan, dekorun arkasının
göründüğü SAHNE,oldukça büyük,kullanışlı
ve de çok güzel...Daha evvel face e de yaz-
mıştım,büyük kadrolu müzikal ve oyunlar
için ideal bir sahne...Belki de bir gün ben
de bu sahnede öyle bir oyunda oynamak
zevkini elde edebilirim...







Arkadaşlarımız dekoru kurarken fotoğraflarını çekiyordum.Bu arada Tuncay da bana poz verdi
Hem patronumuz hem de çok iyi bir dostumuzdur daima...Birde sahneden salonun görünüşünü
çektim.Sahneyi görüşü ne kadar güzel değil mi?Koltuklarda çok rahat,ayrıca da bizi çok güldürdü
bu koltuklar...Resimde belli olmuyor,numaralar sarı renkte,kırmızı koltuk ve üstünde sarı numara.yani sarı kırmızı,hem de Kadıköyde...Olucak iş mi yani?Üstelik ben de Tuncay da Fener
Bahçeliyiz.Sağdan soldan espriler patladı,gülmekten yerlere yattık.









Eveeet,şimdi gelelim benim deliliğime...Bir alış veriş merkezinde açılan tiyatro salonu için
kim ,beş saat önce gidip araştırma yapıp,onlarca resim çekip
sanki o koskoca AVM kendi mülküymüş te reklamını yapıyormuş gibi davranır?Sizce akıllı bir insanın işimidir bu yaptığım...Kimse duymasın ama ben bu deliliklerimi çok ama çok seviyorum.
Hayatımı güzelleştiren pek çok şeyden biridir deliliğim...Aaaaa ,saat bir buçuk olmuş
hiç uyarmıyorsunuz aşkolsun,kitap okuma saatin geldi,hadi artık yat desenize....Demeseniz de ben yatıyorum,size tatlı uykular,güzel rüyalar...

Monday, July 5, 2010

BEN DELİ MİYİM ? (1)

Evet,ben deliyim...Bu sayfada başka resimler ve başka bir yazı olacaktı.Dün gece (nekbey)in bloguna girmiş,epeydir bulamadığım yazılarını okuyordum.Laf aramızda,kendisi benden milyonlarca yıl daha sonra doğmuş bir genç...Yazılarını beyenerek okuyorum,bazıları çılgın,onları daha da çok beyeniyorum... Gelelim dün beni
heyecanlandıran yazısına,teknolojiden hiç
anlamam,hatta elifi görsem mertek zannederim
(çok eski bir deyimdir,cahiller için kullanılır)
Öyle bir duyguya kapıldım ki,yeni bir deneme
olacakmış,değişik bir yöntem uygulanıcakmış
gibi geldi bana...Şimdi yazdığın yazı ne alaka
diyeceksiniz bana ama ,tam da deliliğim
burada başlıyor...Çünkü delidir ne yapsa
yeridir...


Sarmaşıklar ve ağaçlar...Veeee aşk!...Mor salkım dediğimiz,sadece Nisan sonu açan ve Mayıs ortasında çiçeklerini kaybeden bir sarmaşıktır,yukarda sağdaki resim Alanyada çekildi.Belediyenin dinlenme tesislerinde misafirdik...Diğerleri İstanbul Erenköy
Ethem Efendi Caddesindedir... Şimdi sıra hikayelerde...Mor salkım Palmiyeye deli gibi aşık oluyor,o denli sarılıyorki ağacın nefes alması zorlaşıyor...Aynı şey büyük ve güzel turuncu çiçekler açan İstanbula güneyden getirilmiş,ismini bilmediğim sarmaşık için de geçerli...
En üstte yer alan resimdeki kenarları beyazımsı sert ve dikbaşlı,yeşil yapraklı,yine ismini bilmediğim sarmaşık ve Akasya ağaçları...Zavallı ağaçlar hem çok mutlular,yalnızlık çekmiyorlar, hem de çok sıkıntıdalar, çünkü nefes alamadıklarından dolayı yavaş yavaş ölüyorlar...
Bazı insanlar da öyledir,nasıl bir aşksa o,karşılarındaki insana öyle bir sarılıp el koyarlar ki nefes aldırmazlar ve mecazi bir şekilde yavaş yavaş öldürürler.Ağaçların ölümü gerçektir,kururlar,siz onları yemyeşil zannedersiniz ,ama çevresini saran sarmaşıktır o gördüğünüz...İnsan da aynıdır,yaşıyor zannettiğiniz kişi(bazen erkek bazen de kadın,yüzdesini bilemem)aslında boğulmuştur,kıskançlıkla,diğerinin istekleriyle,baskısıyla,nefes alamaz hale gelir ve eğer sarmaşığını üzerinden atamazsa ölür.Bu gerçek ölüm değildir,keşke gerçekten ölsem dedirten,kişiliksiz kaldığınızı bildiğiniz halde,sevgiden kaynaklanan bir, ne yapim onsuz olamam ,
duygusuyla süregelen sağlıksız ve uzun sürede aşkı da öldüren bir ilişkidir.
Ağaçlara da insanlara da kıymasak ne güzel olurdu değil mi.Ağaçları kurtarmak da insanları kurtarmak da, yine biz insanların elinde...Yapılacak tek şey var bence ,çok daha kaliteli ,duygusallığı olan ama bilimsel ,dogmalardan uzaklaştırılmış bir eğitim...Herzaman eğitim,her yaşta eğitim,herkese eğitim,her yerde eğitim,eğitim,eğiitiimmm...